Daha fazla hava durumu tahmini: 15 günlük hava durumu İstanbul
Bizimle İletişimde Kalın

Sanat

Nazım Hikmet Ran’ın vefatının üzerinden 62 yıl geçti

Yayımlandı

üzerinde

Usta yazar Nazım Hikmet Ran, vefatının 62. yılında anılıyor. “Rüzgara Karşı Yürüyen Adam” şiirine “Rüzgara karşı yürüyorum/Yamalı caddelerinde bu şehrin” dizeleriyle başlayan Nazım Hikmet, kimi kaynaklara göre Ocak 1902’de, kimi kaynaklara göre ise Kasım 1901’de Selanik’te doğdu.

Asıl adı Mehmet Nazım olsa da “Nazım Hikmet” adıyla tanındı ve sonradan Ran soyadını aldı. Anne tarafından soyu Polonya’ya kadar uzanan şair, Türkiye’den uzakta geçirdiği yıllarda “Borzeçky” soyadını kullandı.

İLK ŞİİRİNİ 13 YAŞINDAYKEN KALEME ALDI

Unutulmaz şair, bir açıklamasında şiir yazmaya başlama hikayesini şu sözlerle anlatmıştı:

“Ben 1902 yılında, 20 Ocak’ta Selanik’te doğdum. Dedem valiydi, şiirle ilgilenirdi. Annem ressamdı, birkaç yabancı dil bilirdi. Babam önce elçilik, daha sonra üst düzey memurluk yaptı. İlk şiirimi 13 yaşındayken yazdım. Bir yangını anlatıyordu. Ailem benim harika bir çocuk olduğuma karar vermiş ve şiir yazmamı telkin etmeye başlamıştı. 15 yaşında bahriye okuluna verdiler. Deniz subayı yapmak istiyorlardı beni. Okuduğum sınıf ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı sporla, diğeri şiirle uğraşıyordu. Ben şairler tarafına düştüm. Okulda bize tarih ve derslerini ünlü Türk şairi Yahya Kemal veriyordu. Kedimi anlatan bir şiir yazmıştım. Yahya Kemal, şiirimi okuduktan sonra kedimi getirmemi söyledi. Tüyleri dökülmüş, çelimsiz bir kediydi. Yahya Kemal o zaman bana ‘Bu kadar allayıp pullayabildiğine göre, senden kesin şair olur.’ demişti. 16 yaşındayken Yeni Mecmua’da ‘Servilikler’ adlı şiirim yayınlandı. Bu şiir herkes tarafından beğenilmişti. 17 yaşında artık yazdıklarım ciddi ciddi basılıyordu.”

BAHRİYE MEKTEBİ’NE GİTTİ

İlkokulu Göztepe Taş Mektep’te okuyan şair, ardından Mekteb-i Sultani’nin hazırlık sınıfına yazıldı. Nazım Hikmet, ailesinin yaşadığı ekonomik sıkıntı nedeniyle bir yıl sonra okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi’ne kaydedildi.

Dedesi Mehmet Nazım Paşa’nın etkisiyle Mevlevilik konusunda bilgilenen Nazım Hikmet, meslek eğitimi için 1917’de Bahriye Mektebi’ne gitti.

Başarılı edebiyatçı, denizciler için yazdığı “Bir Bahriyelinin Ağzından” şiirinden etkilenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın desteğiyle girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’nden 1919’da mezun oldu.

Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanan şair, 1920’de geçirdiği bir hastalık sebebiyle 1921’de sağlık kurulu kararıyla askerlikten çıkarıldı.

Bu süreçte edebiyata ilgisini sürdüren Ran, yazdığı şiirleri büyük hayranlık duyduğu Yahya Kemal’e gösterip eleştirilerini aldı.

“Bir inilti duydum serviliklerde / Dedim: Burada da ağlayan var mı? / Yoksa tek başına bu kuytu yerde / Eski bir sevgiyi anan rüzgar mı? / Gözlere inerken siyah örtüler / Umardım ki artık ölenler güler / Yoksa hayatında sevmiş ölüler / Hala servilerde ağlıyorlar mı?” dizelerinden oluşan ve Yahya Kemal tarafından düzenlenen “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?” şiiri, 1918’de Yeni Mecmua’da yayımlandı.

İLK DÖNEMLERİNDE ADI “HECECİ” ŞAİRLERLE ANILDI

Nazım Hikmet Ran, 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik ödülünü kazandı. İlk dönemlerinde adı “hececi” şairlerle anılan Ran, İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde, vatan sevgisini yansıtan coşkulu direniş şiirleri kaleme aldı.

Usta şair, Milli Mücadele’ye katılmak üzere 1921’de Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vala Nurettin ile Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice binerek İnebolu’ya geçti. Bolu’da bir süre öğretmenlik yapan şair, daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) okudu. Milli Mücadele esnasında Anadolu’ya giden ve çalışan köylüleri gören şair, bu görüntülerle derinden etkilendi. Vala Nureddin ile gittiği Bolu’da “Spartaküsler” denilen grupla tanışması, Ran’ın sosyalizm ile temasa geçmesini sağladı.

MOSKOVA YOLCULUĞU SIRASINDA SERBEST ŞİİRLER YAZDI

Usta şair, ne yazdığını anlamasa da Batum’da duyduğu Rusça bir şiirin şeklinden etkilenerek serbest şiire ilgi duymaya başladı. Moskova yolculuğu sırasında yazmaya başladığı “Açların Gözbebekleri” şiirinde serbest ölçüyü deneyen Ran, yazdığı bazı şiirleri 1923’te “Yeni Hayat” ve “Aydınlık” adlı dergilere göndererek yayımlattı.

Ran, serbest ölçüde Türk şiirinin ilk örneklerini verirken, bir makalesinde şunları kaleme almıştı:

“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır, böyle de. Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da barıştan da inkılaptan da hayattan da ölümden de sevinçten de kederden de umuttan da umutsuzluktan da söz ediyorum. İnsana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende bütün duygularının ifadesini bulabilsin.”

Moskova’dan 1924’te Türkiye’ye dönen Nazım Hikmet, Aydınlık dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarından dolayı 15 yıl hapsi istenince tekrar Moskova’ya gitti.

TOPLUMCU BİR SANAT ANLAYIŞINI BENİMSEDİ

Nazım Hikmet Ran’ın ilk şiir kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü”, 1927’de Bakü’de yayımlandı. Cumhuriyet’in 5. yıl dönümü münasebetiyle çıkarılan aftan yararlanmak üzere Temmuz 1928’de Türkiye’ye girerken yakalanan Nazım Hikmet, bir süre tutuklu kaldı.

Unutulmaz şair, yazı kadrosuna katıldığı “Resimli Ay” dergisinde bir yandan şiirlerini yayımladı, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yaptı. Kendisini “sosyalist şair” olarak tanımlayan şair, sanatın amacı konusundaki tartışmada “Sanat sanat için değildir.” diyerek toplumcu bir anlayışı benimsediğini ifade etti.

Nazım Hikmet’in 1929’da İstanbul’da basılan “835 Satır” şiiri, çevrelerinde geniş yankı uyandırdı. Şair tam anlamıyla klasik de denilemeyecek ama biçimsel bakımdan daha az deneysel bir şiir dili geliştirdi.

Şiirleriyle ilgili açılan pek çok davada beraat eden Ran, 1933’e kadar “gizli örgüt kurmak” suçundan daha sonra ise “orduyu ve donanmayı isyana teşvik” suçundan tutuklandı ve 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum edildi.

“MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI” ESERİNDE 17 BİN MISRA YAZDI

Nazım Hikmet Ran, 1939’da 17 bin mısradan oluşan “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserini yazmaya başladı. Genel Af Yasası’ndan yararlanarak 1950’de serbest kalan şaire, Dünya Barış Konseyi tarafından Picasso, Paui Rubeson, Wanda Jakubuurska ve Pablo Neruda’yla birlikte “Uluslararası Barış Ödülü” verildi.

Pablo Neruda’nın “Nazım’a sahip çıkın. Biz onun yanında şair bile sayılmayız.” dediği şair, serbest kaldıktan sonra askerlik görevine alınacağını öğrenince, öldürüleceği düşüncesiyle Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliğine gitti. Usta şair, 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Aynı yıl şairin oğlu Mehmet dünyaya geldi.

Uluslararası barış kongrelerine katılması ve bu doğrultuda mücadele etmesi nedeniyle de eserleri birçok dile çevrilen şair, dünyada çapında büyük üne ulaştı. Pek çok ülkeye seyahat ederek konferanslara katılan ve şiirlerini okuyan Nazım Hikmet Ran, 3 Haziran 1963’te kalp yetmezliği sonucu Moskova’da hayatını kaybetti.

“NAZIM HİKMET, SÜREKLİ DEĞİŞİMİN ŞAİRİDİR”

Nazım Hikmet’in ilk yıllardaki şairliği, daha sonraları kavga ettiği, Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Ahmet Haşim gibi dönemin otoriteleri tarafından da kabul edildi ve övüldü. Fakat araya giren politik tercihler ve Nazım Hikmet’in hareketli ve değişken karakteri, bu yakınlığı ortadan kaldırdı.

Yazar Mehmet Solak, bu ilişki bağlamından hareketle onun kişiliği ve şairliği hakkında şunları kaydetmişti:

“Nazım Hikmet, sürekli değişimin şairidir. Benimsediği materyalist felsefenin, evrenin sürekli değişim içinde olması anlayışına da uygun bir tavırdır bu. Ne ki; değişim düşüncesinin, salt maddesel boyuta indirgenerek yaşanılan dünya (bu dünya) ile sınırlandırılması, unutma ve unutturma yaklaşımını zorunlu kılmaktadır. Bu da toprağına kök salamadan -kök salmayı çok istemesine rağmen- boyuna aramaktan başka bir yol açmamaktadır şaire. Kaldı ki, o yolda son durak yoktur, son basamak da. Şairin buldukça yeni bir şeyler aramaya koyulması yahut basamakları çıkmaktan sıkıldığında, altındaki merdiveni itmesi bundandır.”

2009’DA YENİDEN TÜRK VATANDAŞLIĞINA KABUL EDİLDİ

Yazar Yaşar Kemal de kaleme aldığı “En Büyük Şairimiz” adlı makalesinde “büyük halk ozanlarının son büyük halkası” dediği Nazım Hikmet için “Türk dili var oldukça Nazım Hikmet de var olacaktır.” ifadelerini kullanmış, ayrıca “Eğer Nazım Hikmet gibi büyük yol gösterici gelmeseydi, edebiyatımız bu seviyeye çıkamazdı.” değerlendirmesinde bulunmuştu.

Şairin doğumunun 100. yılı dolayısıyla 2002 yılı UNESCO tarafından “Nazım Yılı” ilan edildi.

Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa verilen şair, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi.

Nazım Hikmet’in “Dağların Havası” (Osmanlıca), “Güneşi İçenlerin Türküsü”, “835 Satır”, “Sesini Kaybeden Şehir”, “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”, “Taranta Babu’ya Mektuplar” isimli eserleri yaşamı sırasında, “Kurtuluş Savaşı Destanı”, “Rubailer”, “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar”, “Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar”, “Kuvayi Milliye”, “Sevdalı Bulut”, “Nazım ile Piraye”, “Hikayeler”, “Piraye’ye Mektuplar” ve “Henüz Vakit Varken Gülüm”ün de aralarında bulunduğu çok sayıda eseri ise vefatından sonra yayımlandı.

Eserleri 50’den fazla dile çevrilen şair, cezaevindeyken, İbrahim Sabri ve Mazhar Lütfi takma adlarının yanında imzasız olarak da bazı şiirlerini okuyucuyla buluşturdu, 1949’da ise Ahmet Oğuz Saruhan adıyla “La Fontaine’den Masallar” isimli kitabını çıkardı.

Akşam, Son Posta ve Tan gazetelerinde “Orhan Selim” takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapan şairin, yine Orhan Selim imzalı “İt Ürür Kervan Yürür” adlı kitabı da bulunuyor.

Oyun yazarı da olan Nazım Hikmet’in, “Kafatası”, “Bir Ölü Evi”, “Unutulan Adam” ve “Ferhat İle Şirin”in de aralarında bulunduğu 22 tiyatro eseri, Türkiye’nin yanı sıra Rusya, Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’da sahnelendi. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı olan Nazım Hikmet’in şiirleri, Ahmet Kaya, Ruhi Su, Edip Akbayram, Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Zülfü Livaneli ve Yunan besteci Manos Loizos tarafından seslendirildi.

Nazım Hikmet, kısa süren ilk evliliğini Nüzhet Hanım’la yaptı. Ardından sırasıyla Dr. Lena Hanım, Piraye Hanım, Münevver Hanım ve Rus uyruklu Vera Hanım’la evlendi.

Okumaya Devam Et
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sanat

Ormandan toplayıp dönüştürüyor: Her parçasında duygusal bir anlam var

Yayımlandı

üzerinde

Kentte yaşayan driftwood sanatçısı Osman Dönmez, orman, dağ ve dere yataklarında doğanın kendi döngüsüyle devrilmiş veya dağılmış ağaç parçalarını toplayarak heykeller yapıyor. Doğadan aldığı parçaları yeniden doğaya kazandıran Dönmez, “Doğayı sevdiğim için doğadan ilham alıyorum. Bu malzemeleri birleştirip, hayvan figürlerine dönüştürüyorum” dedi. Atık ağaçlardan yaptığı heykellerin yapım sürecinin uzun ve titiz bir çalışma gerektirdiğini anlatan Dönmez, “Topladığımız parçaları temizleme aşamasından geçiriyoruz, sonra kaide veya iskelet üzerine yerleştirme süreci başlıyor. Günde 3 ila 5 parça üzerinde çalışıyorum. Bir heykelin tamamlanması yaklaşık 1 ayı buluyor” diye konuştu.

“DOĞANIN YAPTIĞINA DOKUNMUYORUM”

Doğal dokuyu korumaya özen gösterdiğini belirten Dönmez, “Doğanın yaptığına dokunmuyorum. Görünmeyen kısmı değil, doğanın bıraktığı yüzeyi alıyorum. O yüzeydeki damarları, kas hatlarını ve kıvrımları olduğu gibi figürün dış kısmına yerleştiriyorum. Hiçbir şekilde oynama yapmıyorum” dedi. Ağaçların ormandan kesilmediğini, tamamen doğanın döngüsünde devrilmiş yaşlı ağaçlardan toplandığını vurgulayan Dönmez, “300- 400 yıllık sedir ağaçları yaşlandığında doğada devriliyor, yıllar içinde parçalanıyor. Biz o parçaları topluyoruz. Doğadan bir şeyi koparmıyoruz, doğanın bize bıraktığı parçaları değerlendiriyoruz. Bu, aynı zamanda olası bir yangın öncesinde doğaya yardım etmek anlamına geliyor çünkü bu parçalar yanmaya daha meyilli” diye konuştu.

“HER PARÇA DUYGUSAL BİR ANLAM TAŞIYOR”

Hayvan figürleriyle çalışmasının duygusal bir yönü olduğunu dile getiren Osman Dönmez, “Biraz doğa aşığıyım. Hayvanlara ayrı bir sevgim var. Doğaya gittiğimde kendi hayvanım olmasa da oradaki hayvanlara yiyecek ve su bırakıyorum. Her yaptığım heykelde doğaya ve hayvanlara duyduğum saygıyı yansıtıyorum” dedi. Boyutuna göre fiyatları değişen heykelleri 1000 ila 4 bin lira arasında satışa sunduğunu belirten Dönmez, “Eserlerimden bazıları otellerde sergileniyor, bazıları meydanda. Her bir heykel, doğanın bana anlattığı bir hikayeyi temsil ediyor” diye konuştu.

MARANGOZLUKTAN SANATA UZANAN YOLCULUK

Marangozlukla başladığı mesleğini zamanla sanata dönüştürdüğünü kaydeden Dönmez, “İlk olarak mobilya ve marangozlukla ilgileniyordum. Bu işe hobi olarak başladım, sonra figür heykellerine yöneldim. Sosyal medya platformunda gördüğüm bir çalışmadan esinlenip at figürü yaparak başladım. Yaklaşık 12 yıldır marangozluk yapıyorum, son 1 yıldır ise bu işi yapıyorum” dedi. İlk yıllarda ustasız ilerlediğini, son 1 yıldır aldığı eğitimle realist çalışmalara geçtiğini aktaran Dönmez, “12 yıl boyunca kendi başıma denedim, bir ustadan el aldıktan sonra realist figürler üretmeye başladım. Şu anda daha gerçekçi, duyguyu yansıtan eserler ortaya koyuyorum. İnsanlardan gelen ilgiden çok memnunum. Hedefim, bu sanatı daha ileri taşımak” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

Sanat

Dünyanın en büyük el yazması: İstanbul’da yazıldı

Yayımlandı

üzerinde

“Değerli olduğunu görünce bizim için de bir mutluluk hissi oluşturdu”

Projeye başlamadan önce dünyadaki en büyük Kur’an-ı Kerim’in ölçülerini araştırıp, çalışmalara başladıklarını ifade eden Zaman, “Şu anda var olan en büyük Kur’an-ı Kerim, bizimki haricinde, 2 metre 28 santim uzunluğunda ve 1,55 metre genişliğinde. Ama bu 4 metre uzunluğunda ve 1,5 metre genişliğinde, yan yana koyduğumuz zaman 3 metre oluyor. Bu Kur’an-ı Kerim ile 6 sene babam tek başına uğraştı ve çok güzel bir sonuç elde ettik.” dedi.

Babasının böyle bir eseri kaleme almasından çok mutlu ve gururlu olduğunu dile getiren Zaman, tarihe geçebilmenin çok güzel olduğunu söyledi.

Babasının Kur’an-ı Kerim’i yazdığı odanın kapısını genellikle kapalı tuttuklarını, bazen hava alması için açık bıraktıklarında içeri girip bakanların şaşırdığını belirten Zaman, şunları kaydetti:

“Mesela medresede bir tane hoca var. İlk kez gördüğünde çok şaşırmıştı, ‘Maşallah’ demişti, gözleri büyümüştü. Sonra 10 kere daha gördü, her seferinde aynı tepkiyi verdi. Camide öğrencilere gösterirken öğrenciler de bayağı sevmişlerdi, beğenmişlerdi. Geldiler babamın yanına, tebrikler olsun, el öpme olsun… İrademizi yükseltiler, sağ olsunlar. Değerli olduğunu görünce bizim için de mutluluk hissi oluştu.”

Eseri kapatıp, başına bir şey gelmemesi için korunaklı hale getireceklerini dile getiren Zaman, “Çünkü bunlar kağıt sonuçta. Herhangi bir yangında ya yırtılır ya da yanar. Sergilenmesini elbet isteriz. Ama Türkiye’de mi dışarıda mı? Bunu bilemeyiz. Biz sadece şu an bitirdikten sonra yayımlayacağız. Almak isteyen ulaşır, sergilemek isteyen ulaşır.” ifadelerini kullandı.

Zaman, eserin Türkiye’de kalmasının kendileri için de daha güzel olacağını belirterek, “Çünkü biz, bunu Türkiye adına yaptık. Türkiye’nin sanata verdiği değer adına yaptık. Tarihe baktığımız zaman Osmanlı döneminde hat sanatı çok büyük ilgi görmüş. Tabii ki bu Kur’an olarak değerlidir zaten ancak hat sanatı daha çok Türkiye’de değer gördüğü için Türkiye’de kalsın isteriz. Türkiye’nin arşivine bir eser eklemek bizim için daha güzel olur.” değerlendirmesinde bulundu.

Okumaya Devam Et

Sanat

Deniz sahile sürüklüyor, o topluyor: Adeta bir sanat eserine dönüştürüyor

Yayımlandı

üzerinde

Zamanla bu alanda kendisi geliştiren Türkçelik, Filyos beldesindeki Tios Antik Kenti’nin çevresinde, Milattan Sonra 2. ile 13. yüzyıllar arasına tarihlenen batık gemilerden kıyıya vurduğu değerlendirilen amfora parçalarını da işleyerek kolyeye dönüştürmeye karar verdi.

Yaklaşık 3 bin yıl önce yazıldığı tahmin edilen bir Likya şiirinde geçen, “Beni bulamazsan üzülme, eşyalarımı bulacaksın. Kestiğim taşları, açtığım yolları, işlediğim heykelleri bulacaksın ve göreceksin ki binlerce yıl öteden, parmak izlerimiz değecek birbirine” dizelerinden etkilenen Türkçelik, geçmişten izler taşıyan amfora taşlarını işleyip hikayesi olan kolyelere dönüştürdü.

Her bir parçayla geçmişin izini bugüne taşıyan Türkçelik, ürünlerini beldeye turistik amaçla ziyarete gelen kişilere hediye ediyor.

“KENDİ KENDİME GELİŞTİRDİM”

Mehmet Türkçelik, AA muhabirine, beldede antik bir kent bulunduğunu, batık gemideki amfora parçalarının kıyıya vurduğunu söyledi.

Yaptığı kolyelerin kendisi için değerli olduğunu ifade eden Türkçelik, “Düşünebiliyor musunuz iki bin yıl önce birisinin elinin değdiği bir şey, iki bin yıl sonra sizin boynunuzda. Sizin teninize değiyor. ‘Çok etkileyici bir şey’ diye düşünüyorum. Onun için bunları yaparken o duygulara sahip olarak ona uygun bir şeyler yapmaya, oymaya çalışıyorum.” dedi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar